Orhun Anıtlarında der ki: “zamanı Tanrı yaşar, insan
ölmek için doğar.” Geçenin zaman değil, ömür olduğunu en iyi anladığım anlar
bir kentten ve ülkeden ayrıldığım anlardır. Bu gece de o anlardan birisi.
Birkaç saat sonra son dokuz ayımı geçirdiğim, kendimi ne tam içinde ne de tam dışında
hissedebildiğim bu kentten, Varşova’dan ayrılıyorum. Burada eski bir ben
bırakıyorum ve buradan farklı bir benle ayrılıyorum. Ceketimde hayatıma değmiş dostların
izleri, tenimde Polonyalı kadınların soğuk dokunuşları, damağımda ise soplica
vodkasının kekremsi tadı. Polonyalıların Tanrısı Chopin ise Nocturne’sini adeta
beni uğurlamak için çalıyor bu gece.
Aklıma ise Cemal Süreya’nın dizeleri geliyor bir an:
“Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” Sanırım
içimdeki mavi kuşun uçman zamanı yaklaştı. Tam o anda evimin penceresinden
giren ve odamdaki bütün hatıralarımı alıp götüren Polonya’nın meşhur sert halny
rüzgarı bana mevsimin sonbahar olduğunu hatırlatıyor. İçimden fısıldayarak
zaten göçmen kuşları sonbaharda başka diyarlara göç etmezler mi diyorum. O
zaman tıpkı göçmen kuşları gibi, tıpkı Chris Rea’nın şarkılarındaki yolcu gibi,
tıpkı Jonathan Livingston’ın kitabındaki martı gibi başka memleketlere, daha kuzeye
uçma zamanı.
Elveda Varşova!