13 Aralık 2013 Cuma

Sosyal Medya ve Asosyal Toplum

 Son yıllarda Facebook, Twitter gibi kanallarla sosyal medya çok popüler olmaya başladı. Hatta ''Arap Baharı''ndaki sosyal medyanın mobilize rolünden tutun, Gezi Parkı'nda insanların Twitter aracılığıyla örgütlenmelerine ya da birbirini tanımayan insanların birçok internet sitesi aracılığıyla tanışıp, evlenmeleri gibi örnekler bu kanalın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Peki insanları bu sanal dünyaya bu kadar iten neden ne? Normal hayatta insanlar birbirlerinden bu kadar korkarken ve tanımadığınız bir insana durakta ya da kitapçıda merhaba dediğinizde bile bir anda şaşkınlığa girip nasıl tepki vereceğini bilemezken, internette tanımadığı insanla nasıl bu kadar kolay iletişime geçip, merhabadan çok daha fazlasını onunla paylaşabiliyor.
Yaşadığım somut bir örnekten bahsetmek istiyorum. Geçen hafta Ankara'da bir mekana gittiğimde şimdiye kadar yüzyüze hiç karşılaşmadığım ama Facebook ve Twitter'tan arkadaşım ve takipçim olan biriyle karşılaştım. Gayri ihtiyarı yanına gidip merhaba deme isteği duydum. Çünkü Facebook'tan arkadaş olarak ekleyen, normal hayatta sokakta veya okulda karşılaştığınızda selam vermeyen insanları gördüğümde oluşan durum bana hep saçma gelmiştir. Bu kişi kalabalıkta beni görmese de ben yanına gidip merhaba dedim. Merhaba mı der demez kafasını kaldırıp ve yüzümü bile tam görmeden ''konuşmayı sevmiyorum'' diyerek gitmesi bir oldu. Bende sonrasında peşinden gidip, dur ben Facebook'tan şu arkadaşınım demek istemedim. Aynı kişinin birkaç gün sonra Facebook'tan merhaba diye mesaj atmasına müteakip ben de  aynı şekilde ''konuşmayı sevmiyorum'' diye yanıt verdim. Tabi sonradan durumu anlattığımda hatırlamıştı ve gülmüştü. Başka bir örnek de, uzaktan tanıdığım birinin eşini ve çocuklarını bırakıp İstanbul'da yaşayan ve uzun zamandır internetten görüştüğü kişiye kaçmasıydı. O kişiyi ilk canlı olarak görseydi ona kaçmayı düşünür müydü orası meçhul. Eminim ki buna benzer örnekleri hem sosyal medyada hem de günlük hayatımızda hepimiz yaşıyoruzdur.
Aslında bu örneklerle kast etmek istediğim, gitgide birbiriyle iletişim kuramayan, birbirini tehdit olarak algılayan bireyler haline dönmemiz. Devlet dairelerine, bankalara veya hastanelere gittiğinizde karşılaştığınız donuk profiller yahut günlük hayatta iyi günler demenize rağmen size asıkca bakan yüzler... Ve o yüzlerden bazılarının internet ortamında farklı şekillere bürünmesi. Belki de insanlar sosyal medyada normal hayatta bulamadıkları hayatı ve kendilerini, yarattıkları yapay profiller üzerinden yaşamakta buluyor.
McDonalds'lara gittiğimde veya marketlerden aldığım domatesleri yerken hep plastik bir şey yiyormuşum hissine kapılırım. Sanırım küreselleşmeyle plastikleşen sadece besinler değil, aynı zamanda yaşamlar ve insanlar da. Merhabalardan ve hayatı sosyal medyada değil, hayatın içinde yaşamaktan korkmayın. Çünkü Tanrı'nın bizlere bahşettiği hayat yapay değil, gerçek. Ve hayat insanlar birbirlerine dokundukça ve birbirlerini hissettikçe daha bir yaşanılası, daha bir güzel. 

4 Ekim 2013 Cuma

Mevsim Sonbahar

İnsanların olduğu gibi mevsimlerin, evrenin ve Tanrı’nın da bir ruhu olduğuna inanmışımdır. Kainattaki bütün mevsimleri ve ayları sevsem de sonbaharı bir başka sevdim. Sonbahar insanların çoğu için hüznü çağrıştırsa da benim için hüzünden çok ötesi. Ekim ayında doğmam da belki cabası. Ne yazın sıcaklığını ve neşesini bırakabilmek ne de kışın donukluğuna hazır olabilmek, yani bir nebze araf bir nebze arada kalmışlık. Yazın cıvıltısından, renkliliğinden ama bir o kadar da anlamsız oluşundan kaçmak. Kışın ise her ne kadar salep tadında olsa da insanın içini soğuktan titretmesini sevememek.
Sonbaharın benim için en başka anlamı ise diğer mevsimlerde bulamadığım melankolizmi ve biraz romantizmi. İlkbahar ve yaz yeni başladığınız ama eninde sonunda biteceğini bildiğiniz bir ilişkinin kıpır kıpır, heyecanlı ve en renkli zamanları. Kış ise ilişkinin soğuklaşıp, mesafelerin gitgide arttığı ve iki insanın geri dönüşü olmayan uçurumlara girdiği dönem. Sonbahar ise ilişkideki biraz olgunluk, biraz romantizm, biraz hayat, biraz hayal, biraz gerçek… Biraz da kendini hatırlamak ve bulmak. İnsanın ilkbaharında, gençliğinde yaşadığı aşklar ve sevgileşmeler gibi tıpkı. Heyecanlı ama bir o kadar da hatalarla dolu ve geçici. İnsanın kendini unutmaya başladığı ve kendini unuttukça hatalar yapmaya başladığı dönemler misali.
Yazın insanı miskinleştiren, aymazlaştıran sıcaklığı veya kışın insanın soğuktan bedenen ve ruhen hareket etmesini engelleyen ve kadere mahkum eden fiziksel koşulları yerine insanı en çok düşündüren ve yaşadığını, yaşattığını hissettiren mevsimdir sonbahar. Güneş artık eskisi gibi sık göstermez yüzünü ve usulca yağmura bırakır yerini. Her düşen yaprak ise size fark etmeden eski anılarınızı ve anılarınızdaki kahramanları anlatır. Belki bu mevsimde denize girip yahut kardan adam yapıp tadını çıkartamazsınız. Ama Karadeniz’de yeşilin yerini sarı ve kızılın aldığı ormanların içinde bir ahbabınızla yürümek, Ege’de deniz kıyısında sevgilinizin saçlarındaki sonbahar esintisinde birkaç kadehle demlenmek ya da Prag'ın sonbahar kokulu sokaklarında sokak sanatçısından Beethoven-silence dinlemek gibisi yoktur.

Uzun lafın kısasası, biraz şiir, biraz hazan, biraz da umuttur sonbahar… Kim bilir belki de en iyisi, hiç ölmeyecek gibi yaşasak da bütün mevsimlerin tadına bakmak. 

15 Eylül 2013 Pazar

Küresel Yalnızlık Psikolojisi

Geçmişe özlem duyarak geçmeye başlamıştı günlerimiz. Küçüklük hayallerimize sığmayan, sığdıramadığımız bir dünyaile karşılaşmıştık. Oysa ''küresel dünya'' sözü ile büyürken, sonucun evrensel ve büyük bir dünya olduğunu hayal etmiştik. Tabi ki bu koskoca, her noktasına ulaşılabilen, iletişim kurulabilen, dünya kültürleri ve ticareti ile alışverişlerin kolaylaştığı ''Yeni Dünya Düzeni''nin hayallerimize küçük geleceğini ve psikolojik olarak yalnızlaşıp ıssızlaşacağımızı düşünmemiştik. Büyük ailelerden çekirdek ailelere, el becerileri ile gelişen eğlencelerimizden teknolojik değişimlere, kıtlık ekonomilerinden bolluk ekonomilerine geçiş ile başlayan yalnızlığımızı hayal etmemiştik. Tüketmeyi öğretmişti ''Yeni Dünya'' düzeni bize. Reklam endüstrisi, sinema, teknoloji, moda gibi silahları ile bizden renkli olduklarını hayal ettiğimiz yabancı kültürlerin esiri olmuş ve sınır tanımayan bir tüketim bilinci edinmiştik. Kişisel ve ahlaki değerlerden çok popüler kültür değerlerini benimsemiş, kişisel gelişimi ön plana çıkararak toplumsal gelişimi arka planda bıraktığımız ''küreselleşme'' denilen bir yarışın parçası olmuştuk. Büyük şehirlerde büyük yalnızlıkların içindeydik artık. Hayallerimizdeki o duygusal yönümüzü hatırlayana kadar ne kadar da güzel ve renkli idi oysa ''Yeni Dünya Düzeni''. Sonra birdenbire farkında varmaya başladık geldiğimiz nokta ile hayallerimiz arasındaki duygusal uçurumun. ''Biz'' diyemiyorduk , ''ben'' merkezli ideallerimiz ve yaşantımız yapayalnız bırakmıştı bizi. Paylaşmayı unuttuğumuz ve sürekli tükettiğimiz geçiş döneminin sonunda.
Oysa hepimizin içinde duran bir hayal vardı: Sevmek, sevilmek; sahip olmak, sahiplenilmek. Küresel yalnızlık psikolojisi buna izin vermiyordu. İçimizde o geçmiş özlemi çeken ruhumuz bunu dile getirmeye çalışıyordu. Uygarlık tarihi boyunca mutluluğumuzun, gelişebilmemizin sebebinin; sosyal yaşantılarımız, ''biz'' diyebilmemiz, atadan oğula geçen kültürümüz, sevgimiz, saygımız ve değerlerimiz olduğunu söylüyor; fakat ''Yeni Dünya Düzeni'' ekonomik şartları, tüketim şartlanması, paylaşmama öğretisi ile ruhumuzu susturuyor ve acımasızca bastırıyordu.
Ekonomik bağımsızlık, kişisel gelişim, akademik kariyer, noktalarında doyuma ulaşan küresel insan bir anda yalnızlaşıyor ve büyük emekler ile kat ettiği yolda bir anda durup geriye bakıyor ve güzel olan, insani olan, içinde sevgi olan her ne varsa geçmişte kaldığını fark ediyordu.
Eşini, işini, oturacağı semti ya da ülkeyi seçerken tüm kriterler yeni dünya sisteminin belirlediği şartlara göre şekilleniyor, içindeki ses ile çelişiyor ve duygusal mutluluğa ve huzura erişemiyordu. Büyük şehirlerde büyük insanlar gibi görünüp, iç dünyalarında kaybolup gidiyorlardı. Oysa yeni dünya düzeni ve küreselleşme; ahlaki değerler, örf adetler, atalardan gelen o engin ruh birikimimiz, aile değerlerimiz, sanatımız şimdi kocaman bir ah çekerek dinlediğimiz o şarkılarımızı elimizden alıvermişti ve bizi onlardan koparmıştı. Geçmişi ile bağ kuramayan bireyler gelecekten de umutlarını kaybetmeye başlamış ve sonucu da günümüzdeki bireysel ve yalnız yaşam formatları olmuştu. Arkadaşlıklar, dostluklar, sosyal ve toplumsal paylaşımlar tüketilip bir kenarda unutulmuş; fakat yerlerini ne teknoloji ne de bu büyük dünya düzeninin sınırsız nimetleri alabilmişti.
Biz böyle hayaller kurmamıştık belki de. Hayallerimiz kocaman denilen bu küresel dünyaya sığmamıştı; çünkü bizim hayallerimizin dünyasında sınırsız olan sevgi ve huzurdu.

6 Haziran 2013 Perşembe

Satırlara Sığmayan Şehir: ‘‘İzmir’’

‘’Aşklarının tarihi bir şehrin tarihidir diyorum  Gün gelir aşklarıyla anılır şehirler anılırsa
Niyetim sevdalı sözler etmek de olmasa
İzmir için ne yazarsam sana adıyorum’’                                                                                                                                                                    Necati Cumalı                                                                                                                                         


Şehirleri ve o şehirlerin öykülerini tanıdıkça ve yaşadıkça insanlar gibi karakterleri ve ruhları olduğunu fark ettim. İstanbul’un yanındayken kendimi bir kraliçenin koynuna uzanmış, İzmir’de ise bir prensesin girdabında boğulmaya hevesli yaramaz bir çocuk gibi hissederdim. İstanbul bir kraliçe, İzmir bir prenses ise Ankara ailenin sert ve somurtkan dayısı gibi gelirdi bana.
İzmir ile ilgili birkaç bilgi vermek ve tavsiyede bulunmak istiyorum. Ama istatistiki, sıkıcı bilgiler şeklinde İzmir’in doğal güzelliklerini, coğrafi koşullarını, turistik yerlerini anlatmayacağım. Bu bilgilere çok rahat ulaşabileceğinizi biliyorum. Ama İzmir’e gitmişken şunları yapın derim: İzmir’de akşam esintisine doğru Kordon’da rakı balığın keyfi başkadır. Rakı sevmez iseniz Bostanlı veya Güzelyalı taraflarında arkadaşınızla muhabbet edip bir kahve içebilirsiniz. Ya da Alsancak’ta müzik zevkinize göre mekanlar bulabilirsiniz. İzmir’den sıkılmanız pek mümkün değildir; ama farz edelim ki şehrin gürültüsünden sıkıldınız, hafta sonu Foça, Seferihisar, Çeşme, Urla gibi ilçelerine kafa dağıtmaya ve denize girmek için kaçabilirsiniz. Ya da eski bir Rum köyü olan Şirince’yi ziyaret edebilirsiniz.
İzmir’in diğer şehirlerden farklı olarak ruhunda barındırdığı bir özelliği ‘’dişi bir şehir’’ olmasıdır.  Bundandır ki zarafet, samimiyet ve rahatlık bu şehrin ruhunu süslemiştir. Öyledir ki yaşamaya başladıkça İzmir’e benzemeye ve şehrin ayrılmaz bir parçası olmaya başladığınızı anlarsınız. Ne zaman İzmir’den dışarı çıksam içimi gurbet hissi kaplar belki de bundan dolayı. Bu şehir fark etmeden de olsa sizi kendisine benzetir.
Bu arada İzmir’in kızına ve havasına güven olmaz diyenlere de aman kulak asmayın. Onu diyenlerin kendisinde bir eksiklik vardır. Gerçekten İzmirli ve o ruha sahip bir sevgiliniz varsa, hayatın anlamının ve keyfinin bir başka olduğunu anlarsınız. O yüzden İzmir’in kızları da İzmir’in kendisi gibi samimi, rahat ve içtendir.
Her ne kadar İzmir birçok güzelliğe sahip olsa da; olumsuz yanları da yok değil. Malasef İzmir günümüzde ekonomi değil, kültür şehri olarak ve zaman zaman siyasi kimliğiyle daha fazla ön plana çıkmakta. 18. ve 19. Yüzyıllarda Akdeniz’in ticaret merkezi ve Avrupalıların gözdesi olan İzmir bugün bu özelliğinden çok uzak konumda. İzmir’in politize edilmeye çalışılıp, İzmir milliyetçiliğinin yaratılması da en çok bu şehre zarar veriyor. İzmir’in diğer büyük Akdeniz şehirleri olan Barselona, Milano gibi şehirlerden çok daha fazla potansiyele sahip olmasına rağmen bunu kullanamadığı ne yazık ki su götürmez bir gerçek. İzmir bu sorunları aştığında sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da prensesi olacaktır.

Yazımın son cümlelerine doğru şunu söyleyebilirim ki, İzmir gerçekten yaşanmaya ve yazmaya değer bir şehir. Ve ben İzmir’i çok severim tıpkı memleketimin bütün topraklarını sevdiğim gibi.

Ümit Nazmi Hazır

Kaynak: http://www.dagarcikturkiye.com/