17 Mart 2012 Cumartesi

Adsız Bir Dost'a

Bir dost vardı çok uzakta bir deniz kenarında beni bekleyen. Yıldızlar kadar uzak iken hayat ve insanlar, şah damarım kadar bana yakın olan, ben olan bir dosttu benim için. İnsanların ve hayatın kaskatı ruhundan istediğim zaman yanına kaçabileceğimi bilmek içime hep huzur katardı. Ağır melankoli sancılarımızda birbirimizin tek ilacıydık çoğu zaman. İnsanlar bizi anlamasa da olurdu çünkü biz anlardık birbirimizi, bilirdik bilinmeyen birçok zerremizi.

Hayata karşı bir alerjimiz vardı, bu yüzden olsa gerek yaşamak bize dokunur, yan etki yapardı bünyemizde. İşte bu yan etkilerden kaçmak için bir nedendik. Arada bize katılanlar da olurdu. Cohen ahbabımız, Ortaçgil abimizdi. Başaramayacağımızı bile bile hayatı ve insanları anlamayı ve anlamlandırmayı denerdik seninle. Dünyamız başkaları için karanlıktan ve bataklıktan ibaret iken birbirimiz için siyah bir aydınlıktı.

Belki bir gün bu siyah aydınlığı mavi bir güneşe çeviririz. Baksana güneşin renklerini bile tutturamazken, hayatın renklerini tutturmak çok da kolay olmayacak gibi. Şu an kilometreler ve saatlerce uzaklıkta olsan bile ruhunun yankılarını yanı başımda duyar gibiyim.

Yaşamımızın son demlerinde hayatı gardroba astığımızda bir sahil kasabasında ayrılmamak üzere tekrar buluşacağımıza inanıyorum. Mezemizde rakı-balık, biraz bayatlamış hayat, fırından taze çıkmış anılar ve tadını dünyanın hiçbir mutfağında bulamayacağım sohbetinle yaşama eyvallah çekercesine ve kahkahayla devam edeceğimizi biliyorum. Ben balıkları tutmaya gidiyorum, mezeyi hazırlamayı unutma..

4 Mart 2012 Pazar

Teoman Fısıldamaları

‘’Kır evinin verandasında, bir ‘Rüzgar Gülü’ne rastlarsın’’,  onda umut ararken bir ‘Mavi Kuş’ gibi usulca ve olabildiğince sen kokan cümlelerinle: ‘’Ben aslında iyi biriyim, bilirim çok kirlidir aşk sicilim’’ dersin, ‘En sevdiği renk mor olan kadın’a… İkinizin de ağırlığını taşıyamadığınız öykünüz ‘Renkli Rüyalar Oteli’nde devam eder.

‘’Uyanır, bakakalırsın, hayali bir parmağın, bıraktığı yazıya’’. ‘Hoşçakal.’ Sonu bu kelimeyle biten öykülere alışmışsındır artık. Bilirsin ki ‘’bazı yalanlar güzel bazı gerçekler acıdır’’. İçinden ürkekce dersin ki, ah 

‘’Papatya, seninle kim kalacak ışıklar kapanınca buradan çok uzakta’’. ‘’Hiç kimse bilmez, hiç kimse duymaz’’ çünkü artık o da yoktur hayatında. ‘’Bir şehrin tam kalbinden beyninden vurup gitmek vardır’’, gidemezsin. Çünkü ‘’bitmiş en güzel hikayem derimin altında başarılı ayrılık notlarıyla’’.

Ama ‘’hala ararsın bilinmeyenin ulaşılmaz balını’’ Bazen ‘Gündüz Düşleri’nde, bazen sana ait olabileceğini sandığın bir ‘Martı’da.

Bir bara gidersin barmene dersin ki: ‘’Hayalperestim, güzel hayaller peşinde’’ Bar filozofu da derki:  ‘’Çok kadın hiç kadındır oğlum yalnızlıktır sonun’’

‘’Hala aşktan umudun varsa aşkta zaten tesadüfen’’dir artık. ‘’Ölüm ışığı uzanır’’ ve ölümüne fısıldarsın ‘’batmadım ama su alıyorum hala hissetmeden basıp toprağa’’

3 Mart 2012 Cumartesi

Çoktular Ama Hiç Yoktular

Yazıma nereden başlayacağımı bilemezken Ortaçgil yardımıma koştu. Şarkısında ‘’çoktular ama hiç yoktular’’ derken aslında hayatımıza bölük pörçük giren insanları ve hikayeleri ne kadar da güzel anlatıyordu üç kelimeyle. Bu hikayelerden en zoru ne başı ne de sonu olan hikayeleri yaşamaktır. Ne başlayabilir, ne de bitirebilirsiniz. Öznesi de yüklemi de olmayan cümleler gibi, kelimelere dönüşemeyen duygular gibidir.

Kendinizi bir an masalsı bir serüvenin içine atarsınız. Nereye ve kime savrulacağınızı bilmeden. Yoğunlamasına yaşamak heyecanlı olduğu kadar bitimi ağırdır ve cesaret ister. Yüreğinizde büyük bir gedik açar. Hayatınız boyu dolduramayacağınız gediklerle dolar yüreğiniz. Aynanın karşısına geçtiğinizde gediklerden gözükmeyen, yara bantlarıyla sarılmış fakat kanamaya devam eden bir yürek görürsünüz. Bu duruma bir süre alıştığınızı sansanız da kendinizi kandırdığınızı anlarsınız. Bu fark edişi; yalnız otobüs yolculuklarında, çalmayan telefonlarda, unuttuğunuzu sandığınız kokularda, sonbahar rüzgarlarında, denizin yansımasındaki sizi seyredişinizde veya loş otel odalarında bulursunuz.

Bazen ise kendinizi unutur, yüreğinizde gedik açanları düşünürsünüz. Yüreklerinde veya dudaklarında hala izleriniz var mıdır merak edersiniz. Ya da başka öpücükler tamamıyla silmiş midir, dudaklarınızın izini. Bornova’nın sönük sokaklarında, Beyoğlu’nun sisli gecelerinde ya da Ankara’nın atmayan kalbinde başka biri var mıdır onları yaşayan merak edersiniz. Ya da sabahın 5’nde boş sokakları Leonard Cohen repertuarıyla dolduran başka biri.

Bazen de bir bedene dokunurken onu hatırlarsınız. Bu da en zorudur, neden seviştiğini bilmeden birine dokunmak. Belki de yalnızlığındır seviştiğin, sevgileştiğin. Kaçamadığın yalnızlığın. Bütün öykülerin sonunda seni köşe başında bekleyen, bir şarkıdaki ‘’yalnızlığım yaşamak zorunda olduğum beraberliğim.’’

Küçük kıskançlıklarında ilgi bekleyen, çocuksu alınganlıkları ve tatlı küsmeleri olan çiftlere hep imrenmişsem de hiçbir zaman basit ilişkilerin adamı olamayacağımı anladım. Çünkü aşkı yaşadı mı yoğunlamasına yaşamalı insan. Gerekirse tükenmeli ve tüketmeli.

Yorgun yüreğimin de bir gün çocuksu heyecanlar duyacağına inanmaya, sadece tenlerin değil kalplerin de seviştiği bir aşkı hayal etmeye, onu yanlış insanlarda doğru zamanlarda bulduğumu sanmaya devam edeceğim.

Bir nefeslik değil, bir ömürlük hikayeleriniz olması ümidiyle.

http://www.radikalgenc.com/yasam/coktular-ama-hic-yoktular



Gölgemdeki Ben

İletişim teknolojisinin gelişmesiyle birlikte zaman çok daha çabuk geçer, duygular çok daha çabuk tüketilir oldu. Ama unuttuğumuz bir şey var o da geçenin zaman değil ömür olduğu. Peki bir bardak su içimi kadar olan bu ömrümüzde mutluluk mu tek gayemiz. Korkularımızın, saman alevi ihtiraslarımızın, kazanmak için kendimizden vazgeçişlerimizin nedeni mutluluğu kaybetme ya da yakalayamama korkusu mu? Peki ya kaybetmekten korkarken fark etmeden kaybettiklerimiz? Bitmez dediğimiz dostluklarımız, dinmez dediğimiz aşklarımız ve en sonunda yine kendimizi kendimize hatırlatan biz.

Bazen hayallerimize sığınsak, bazen bir içkinin yudumuna saklansak, bazen hissetmeye doyamadığımız bir sevginin, bazen ilahi bir gücün şefkatine sığınsak da dönüp dolaşıp geldiğimiz yer yine kendimiz. O yüzden insan önce kendi değerini bilmeli ve kendi değerlerine kendini katabilmeli. Sevaplarıyla, zaaflarıyla, korkularıyla hatta kompleksleriyle olabildiğince kendi olmalı. Bazen hayatla, bazen kendinle dalga geçebilmelisin; bazen yalnızlığına sövüp, bazen de o yalnızlığınla sevişmeyi bilmelisin. Bilmediğin bir aşkın içine balıklama dalabilmeli hem de sonunda kül olmuş bir orman gibi yanacağını bile bile ama o kül olmuş ormandan bile renkli bir çiçeğin tekrar yeşerebileceğine inanarak.

Bizim renkli zavallı maskelere ihtiyacımız olmamalı. İnandığımız şeyleri söylemekten korkmamalı inanmadığımız şeyleri yaşamaktan ise kaçınmalıyız. Ne insanları küçük görmeli ne de insanlara olduğundan fazla anlam yüklemeli. Rudyard Kipling’in çok sevdiğim şiirinde dediği gibi ‘’herkesle düşüp kalkıp, erdemli kalabilmeli’’.

Eğer borcumuz yaşamaksa üste bahşiş bırakmalıyız. Sevgilimizin tenine ve yüreğine dokunurken onu tüm benliğimizle hissedebilmeli, bakışlarımıza, duygularımıza, kelimelerimize biz katabilmeliyiz. Bizim dünyamızda yalan sözlerin, anlamsız iltifatların, etinden budundan nasıl yararlanırım diyen insanların yeri olmamalı.

Maratonumuzun bitiş çizgisi musallat taşı olan, maçın sonunda skorun her zaman hayat:1 biz:0 olduğu bir ömürde 90 dakika boyunca; düşeceğiz, kalkacağız, yaralanacağız, yaralayacağız. Bazen gol attık derken diskalifiye olacağız. Ne olursa olsun alt üstü hayat deyip yola devam etmek gerek. Çünkü gölgelerinden korkanların ısınacak bir güneşi yoktur.