7 Ekim 2021 Perşembe

Moskova ve St. Petersburg: İki Şehrin İnsan Yapısı ve Kültürel Anatomisi

 


St. Petersburg ismini ilk kez Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’ adlı kitabını okuduğumda duymuştum. Sonu hüzünlü ve etkileyici biten bu kitabı okuduktan sonra içimde bir gün Petersburg’u görme umudu yeşerdi. Ardından yıllar sonra Rusya’ya taşınma imkanı buldum. Her ne kadar Moskova’ya değil de, Petersburg’a taşınmayı yeğlediysem de; hayat beni Moskova’ya sürükledi ve şu an Moskova’da dördüncü yılımı tamamlıyorum. Ama zaman zaman Petersburg’u ziyaret etme imkanım oldu. En son Moskova’dan St. Petersburg’a giderken trende yanımda oturan Petersburglu bir kadın sohbetimiz sırasında bana nerede yaşadığımı sormuştu. Ben de Moskova’da yaşadığımı söyledim. Kendisi, keşke Moskova’da değil de, Petersburg’da yaşasaydın dedi. Neden diye sorunca, Ermitaj Müzesi’nden başlayarak bana Petersburg’un bütün güzelliklerini saymaya ve Petersburg’un neden Moskova’ya göre daha yaşanılabilir bir kent olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Daha sonra Moskova’ya döndüğümde özellikle Moskviçiler (yerel Moskovalılar) ile bu konuyu konuştuğumda bana Moskova’nın daha yaşanır olduğundan bahsettiler. Sonraki süreçte Moskova-Petersburg karşılaştırılmasına dair Ruslarla birçok kez sohbet edince; Petersburglulara Moskova’nın, Moskovalılara ise Petersburg’un daha iyi olduğunu anlatmanın mümkün olmadığını ve iki kent arasında ince bir rekabetin olduğunu anladım. Bu arada Moskova’da insanların tanıştıklarında birbirlerine ilk sordukları sorulardan birisi Moskviç (Moskovalı) olup olmadıklarıdır. Moskovalılar için Moskovalı olmak daha ayrıcalıktır. Bundan dolayı Rusların hava atma özelliğinin de bir tezahürü olarak Moskova’da yaşayan birçok insan Moskova’nın yerlisi olmamasına rağmen Moskovalıyım der. Fakat belirtmek gerekir ki eski Sovyet coğrafyasından ve Rusya’nın birçok farklı şehrinden insanın yaşadığı Moskova’da yerel Moskovalılar kent nüfusunun sadece yüzde 15’ne tekabül eder.

Moskova’nın Tarih Sahnesine Çıkışı

Moskova şehrinin kuruluşu 1147 yılına dayandırılmakta ve bu sene Eylül ayında şehrin kuruluşunun 874. Yıldönümü kutlandı. Fakat Moskova’nın siyasal anlamda ortaya çıkışı ve Moskova Knezliği’nin Rus Devletine dönüşü 16. Yüzyıl başlarına dayanmakta. Ruslar, 13. Yüzyıldan 16. Yüzyıl başlarına kadar Türk-Moğol hakimiyeti diyebileceğimiz Tatar-Moğol (Mongolo-Tatarskoe igo) boyunduruğu altında yaşadı. 16. Yüzyıl’da Türk-Moğol hakimiyetine karşı bir araya gelen Rus Beylikleri, Moskova Knezliği etrafında birleşmeye başladı. 16. Yüzyıl başlarında Moskova Knezliği Türk-Moğol hakimiyetini sonlandırmış ve Asya bozkırında Moskova Knezliğinin Rus Çarlığı’na terfi etme süreci başlamıştır. İlk Çar sıfatı ise IV. Ivan tarafından kullanılmıştır. Tarih sahnesinde Korkunç Ivan, Rusların tabiriyle ‘‘Yavuz Ivan’’ olarak bilinen IV. Ivan’ın 1552’deki Tatar şehri Kazan’ı fethi Rus tarihindeki dönüm noktalarından biridir. Bu fetihten itibaren Rusya’nın 16. ve 17. Yüzyıl’da çoğunluğu Türk halklarının bulunduğu Asya ve Kafkasya coğrafyasındaki genişleme süreci başlamış ve Rus Devleti dünya sahnesine çıkmıştır. Rusların Kazan’ı fethi ve Tatarları yenmesinin Rus tarihinde ne kadar önemli olduğunu anlamanız için Moskova’nın Kızıl Meydan’daki sembolü olan ve hatta Kremlin ile genelde karıştırılan soğan kubbeli renkli Aziz Vasil Katedrali’ne bakmanız yeterlidir. Bu Katedral, Kazan’ın fethini kutlamak amacıyla IV. Ivan tarafından yaptırılmıştır. Bir rivayete göre, katedrali yapan mimarın aynı güzellikte bir eser bir daha yapmaması için mimar Korkunç Ivan tarafından kör edilmiştir. IV. Ivan’ın, Korkunç Ivan olarak bilinmesindeki nedenlerden biri de bu gaddarlığıdır. Bu gaddarlık sinirlendiğinde oğlunun canına kıyacak kadar acımasızlığı barındırmaktadır. Güçlü bir iddiaya göre, Korkunç Ivan, oğluyla tartışmasında bir anlık öfkesiyle asasını oğluna vurarak oğlunu öldürmüştür. Rus ressam İlya Repin’in ünlü tablosunda Korkunç Ivan’ın oğlu öldükten sonra ona sarılarak resmedildiği, gözlerindeki pişmanlık ve deliliği gösteren tablo Moskova’daki Tretyakovskaya Galereya’da sergilenmektedir. Tretyakovskaya Galereya’da Ivan Ayvazovski gibi birçok ünlü Rus ressamın eserleri de mevcuttur.

Moskova, Korkunç Ivan’dan dört yüzyıl sonra başka acımasız bir lideri, yani Stalin’i, bünyesinde barındırmıştır. Bundan dolayı Moskova’da yaşarken bu iki acımasız liderin ruhunun adeta Moskova’nın sokaklarında ve binalarında dolaştığını hissedersiniz. Sovyetler Birliği ile bu sertlik Moskova’nın daha da militer bir yapı ve ruh kazanmasını sağlamıştır ki, Moskova’nın Petersburg’dan en büyük farklarından biri budur. İlginç olan bu kentte yaşayan insanlar da zamanla yaşadıkça bu kente benzemeye başlarlar. Bunun tezahürünü Moskova’daki devlet dairelerindeki insanların sertliğinde, Moskova’nın adeta her biri sanat galerisi olan metrolarında insanların sürekli koşuşturmaca halinde olması ve birbirlerini ezdiklerinde ve çarptıklarında bile bunun farkında olmamalarında hissedersiniz. Moskova’da sürekli koşuşturmaca içindesinizdir ve güçlü olmak zorundasınızdır. Çünkü bu şehir Rus Devletinin gücünün, otoritesinin ve aynı zamanda devletin yarattığı zayıf insan profilinin bir kentteki tezahürüdür. Bir bakıma güçlü devlet, güçsüz insan tipolojisi sunar size. Bu şehirde güçlü değilseniz, bu şehir sizi oyundan atar. Birçok zengin oligarkın da yaşadığı, parıltılı, geniş caddelerin olduğu, renkli-soğan kubbeli kiliselerin süslediği ve Rus kadınlarının topuk seslerinin şehrin ışıltılı caddelerinde yankılandığı Moskova; aynı zamanda hayatın acımasızlığını ve zıtlıklarını da gösterir size. Metronun çıkışında insanın dişlerini ısırtan soğukta, sokakta eldiven veya küçük eşyalar satarak hayatta kalmaya çalışan 80 yaşındaki yaşlı kadınlara ve babuşkalara veya lüks caddelerin köşelerinde yaşayan binlerce alkolik, evsiz ve dilenciye de rastlarsınız bu kentte.

Moskova aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin kristalize halidir. Çünkü eski Sovyet ülkelerinden, Kafkasya ve Orta Asya’dan birçok göçmen bu şehirde yaşar. Aslında görünmez bir tabakalaşma vardır şehirde ve herkes kendi sosyal, kültürel ve etnik grubundan insanlarla vakit geçirir. Misal, Çeçenler daha çok Çeçenlerle, Yakutlar daha çok Yakutlarla vakit geçirir, dostluk kurar veya evlenir. Öte yandan Tatarlar, Çuvaşlar, Gürcüler gibi Ruslarla (Slavlarla) daha bütünleşmiş halklar da bulunmaktadır. Benim açımdan ise durum şöyle oldu: Rusları yakından tanımak amacıyla, Moskova’ya taşındığımdan beri vakit geçirdiğim ve aynı evi paylaştığım insanların çoğu Ruslar oldu. Öte yandan Moskova’nın bu kozmopolit yapısı benim Ermeniler’den, Tatarlara ve Orta Asyalılara kadar birçok farklı etno-kültürel grubu tanımama ve deneyimlememi sağladı. Moskova’nın St. Petersburg’a göre en büyük avantajlarından birisi bu. Moskova’nın diğer güzel yanlarından birisi de, herkesin kendine göre bulabileceği ve ait hissedebileceği bir sosyal, kültürel ve eğlence ortamının olması. Bu da sizin hipster, muhalif veya birçok farklı profildeki Rusla tanışmanızı ve aynı ortamda vakit geçirmenizi sağlıyor. Bir bakıma Moskova herkesin kendi dünya görüşüne göre insan ve ortam bulabileceği bir şehirdir. Bundan dolayı yurtdışındaki birçok şehre nazaran Moskova’da daha az uyum sorunu yaşarsınız.  Öte yandan Moskova kendi içinde yabancılar için bazı önemli sorunları da barındırır. Bu sorunlardan bazıları, insanın canına tak ettiren ve her şeyi zorlaştıran bürokrasisi, Rusların zaman zaman anlamakta zorluk çekeceğiniz mantık yapısı ve Moskova’nın Petersburg’a göre çok daha pahalı olması. Diğer bir sorun da, yabancıysanız eğer Rusya’da ev bulmak çok zordur. Ruslar yabancılardan çekindiği için yabancılara ev verme konusunda çok isteksizdir. Moskova’daki birçok ev ilanında ‘‘sadece Slavlara (tolko Slavyan) ev verilir’’ ibaresini görürsünüz.

Sankt Peterburg (St. Petersburg)’un Doğuşu

St. Petersburg için Peter’in şehri demek yanlış olmaz. Çünkü St. Petersburg şehri adını ve kimliğini Rusya’yı Batılı bir ülke yapmaya çalışan ve bu miğferde Batılı bir şehir yaratmak için uğraşan Rus Çarı Petro’dan almakta. Avrupa’ya gitmiş birçok insan da Petersburg’un sokaklarında gezerken kendisini Avrupa’nın sokaklarındaymış gibi ve dejavu hali hisseder. Kuzey’in Venedik’i veya Rusya’nın Avrupa’ya açılan kapısı olarak da adlandırılan Petersburg, 1682’de tahta geçen ve bataklıktan bir Avrupa kenti yaratan Çar Petro’nun hayalinin ürünüdür. Avrupa’yı tanımak için Avrupa’nın tersanelerinde çalıştıktan sonra Çar Petro, Petersburg şehrini inşa etmeye karar verir ve sonrasında başkenti Moskova’dan Petersburg’a taşır. Ülkede Batılılaşmayı ve modernleşmeyi başlatan Çar Petro aynı zamanda Rusya’yı imparatorluk mertebesine yükseltir. Bir bakıma Ruslar Moskova Knezliği ile devletleşme, Petro’nun Petersburg’u ile de imparatorluğa dönüşme sürecini başlatmıştır. 18. Yüzyıl başlarında kurulan, devrimlere şahit olan ve Almanca Peter’in kalesi anlamına gelen Petersburg iki yüzyıl boyunca Rusya’nın başkentliğini yaptı. 1. Dünya Savaşı’nda Rusların Almanlar ile savaşmasından dolayı şehrin Almanca adı değiştirilerek Petrograd olmuş ve Sovyetler Birliği’nin kurulmasından sonra şehrin adı Leningrad olmuştur. Sovyetler’in yıkılmasından sonra ise eski adına dönmüştür. Bolşeviklerin iktidara gelmesi ve Sovyetler’in yıkılmasından sonra Rusya’da yeni bir devrin ve siyasal kimliğin başladığını göstermek amacıyla başkent St. Petersburg’dan Moskova’ya taşınmıştır. Bugün ise St. Petersburg daha ziyade Rusya’nın kültürel başkenti konumundayken, Moskova Rusya’nın hem siyasal hem ekonomik başkenti konumundadır. Rusya’nın ayrı yöne bakan çift başlı kartal simgesi Rusya’nın hem doğuya hem de batıya bakan kimliğini yansıtır. Bu çift başlıklı kartala baktığımda aynı zamanda bana batıya bakan kartal Petersburg’u, doğuya bakan kartal ise Moskova’yı anımsatır. Petersburg Avrupa Rusyasını simgelerken, Moskova daha ziyade Rus ulusal kültürünü ve Rusya’nın Avrasya ve Sovyet kimliğini yansıtır.

Petersburg, Dostoyevski’den Gogol’a Rus edebiyatının birçok ünlü yazarının yaşadığı; Ermitaj gibi ünlü müzelerin, galerilerin ve kanalların bulunduğu, Kışlık Sarayı gibi etkileyici binaların yer aldığı ve Barok mimarinin süslediği bir kültür ve estetik şehridir. Öte yandan şehir kuzeyde bulunduğu için çok soğuk, kanalları nedeniyle aşırı rüzgarlı ve yılın az dönemi güneş gördüğü için genelde karanlık, depresif ve pesimist bir halet-i ruhiyeye sahiptir. Kentin bu ruh hali neden Petersburg’dan Dostoyevski gibi depresif ve büyük yazarların çıktığına dair ipuçları verir. St. Petersburg’u gezmek için en uygun dönem ise meşhur ‘‘beyaz geceler’’in yaşandığı haziran ayıdır. Şehir kuzeyde yer aldığından dolayı bu dönemde güneş gece 12’de batar ve birkaç saat sonra tekrar doğar. Bundan dolayı tam anlamıyla karanlık bir gece bu dönemde yaşanmaz ve bu yüzden beyaz geceler olarak adlandırılmıştır.

Moskova ve Petersburg’daki insan profilinde de büyük farklılıklar bulunmaktadır. Moskova’da insanlar daha sert ve kabadır. Rusya’nın birçok şehrinden ve eski Sovyet ülkelerinden birçok insanın geçim derdi nedeniyle bulunduğu Moskova’da rekabet çok yüksektir ve hayat acımasızdır. Moskova’da, para kazanmak için Orta Asya’dan gelen bir göçmene de, Rusya’nın küçük şehrinden gelen ve zengin bir iş adamı ya da sugar daddy avına çıkan genç ve güzel bir kıza da rastlayabilirsiniz. Moskova’da insan yapısı daha egoisttir ve bu şehirde karşı tarafa bir çıkar vaat etmediğiniz takdirde size ilk etapta yardımcı olmayacaktır. Bundan dolayı burada yaşadığınız arkadaşlıklar ve ilişkiler daha kısadır. Petersburg’daki insan profili ise Moskova’ya göre daha yumuşak ve bohemdir. Petersburg hayatın daha yavaş ve soyut yaşandığı, içkinin çok daha fazla tüketildiği bir kenttir. Hatta Leningrad müzik grubunun Peter’de içmek (v pitere-pit) diye şarkısı bulunmaktadır. Şarkının klibini izlerken Petersburg’da içki kültürünün ne kadar önemli ve Rusya’da sosyalleşmenin en önemli araçlarından biri olduğunu anlarsınız.

Yazımın sonlarına doğru yaklaşırken, yazıyı bir soru ve tartışma konusuyla kapatmak uygun olacak gibi gözüküyor. Moskova mı, Petersburg mu? Aslında bu iki şehir üzerinden bir dikotomi ve zıtlık yaratmak belki de çok sağlıklı değil. Her ne kadar bu iki şehir Ruslar tarafından da karşılaştırılmakta ve aralarında ince bir rekabet olsa da, aslında bu iki kent birbirinin ve Rus kimliğinin tamamlayıcısı niteliğinde. Buna rağmen hangi şehirde yaşamayı tercih edersiniz sorusunun cevabı; Almanların weltanschauung olarak kavramlaştırdığı, sizin dünya görüşünüze ve hayatı anlamlandırma biçiminize bağlı. Eğer görkemi, rekabeti, yükselmeyi ve zorlukları seven bir insansanız; Moskova bütün zorlukları size yaşatmasına rağmen fırsatları size sunacaktır. Eğer sizin için ekonomik güçten ziyade kültür, sanat ve bohemlik daha fazla anlam ifade ediyorsa Petersburg daha doğru yer olacaktır. Peki, Moskova’da dört yıldır yaşayan ve Moskova’da hem çok güzel anılar hem de sıkıntılar ve süprizler yaşamış biri olarak ben hangisini tercih ederdim? St. Petersburg’u tercih ederdim.

 

5 Eylül 2018 Çarşamba

Elveda Varşova


Orhun Anıtlarında der ki: “zamanı Tanrı yaşar, insan ölmek için doğar.” Geçenin zaman değil, ömür olduğunu en iyi anladığım anlar bir kentten ve ülkeden ayrıldığım anlardır. Bu gece de o anlardan birisi. Birkaç saat sonra son dokuz ayımı geçirdiğim, kendimi ne tam içinde ne de tam dışında hissedebildiğim bu kentten, Varşova’dan ayrılıyorum. Burada eski bir ben bırakıyorum ve buradan farklı bir benle ayrılıyorum. Ceketimde hayatıma değmiş dostların izleri, tenimde Polonyalı kadınların soğuk dokunuşları, damağımda ise soplica vodkasının kekremsi tadı. Polonyalıların Tanrısı Chopin ise Nocturne’sini adeta beni uğurlamak için çalıyor bu gece.

Aklıma ise Cemal Süreya’nın dizeleri geliyor bir an: “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”  Sanırım içimdeki mavi kuşun uçman zamanı yaklaştı. Tam o anda evimin penceresinden giren ve odamdaki bütün hatıralarımı alıp götüren Polonya’nın meşhur sert halny rüzgarı bana mevsimin sonbahar olduğunu hatırlatıyor. İçimden fısıldayarak zaten göçmen kuşları sonbaharda başka diyarlara göç etmezler mi diyorum. O zaman tıpkı göçmen kuşları gibi, tıpkı Chris Rea’nın şarkılarındaki yolcu gibi, tıpkı Jonathan Livingston’ın kitabındaki martı gibi başka memleketlere, daha kuzeye uçma zamanı.


Elveda Varşova! 

7 Kasım 2017 Salı

Leonard Cohen'in ardından..


2008 yılıydı, İzmir’de üniversitedeki ilk senemdi. Bir ders çıkışı akşama doğru Bornova’daki Naz Bar'a gitmiştim birkaç tek atmak için. Çok küçük bir bar olması nedeniyle insanların sesi barı kaplıyordu ve duvarlara çarpıp kulağıma ilişiyordu. İnsanların sesleri arasında ilk kez farklı bir ses duydum arka fonda. O ses Leonard Cohen’e aitti. Şarkıda “waiting for the miracle (mucizeyi bekliyorum)” diyordu. Mucizeyi en çok beklediğim günlerdi. O tok ses ruhuma işledi bir an. O ses 2008’ten bu yana neredeyse 10 yıldır arkamdan usulca sözler fısıldıyor. O ses; İzmir’in melteminde “the letters” şarkısında, Ankara’nın ayazında “everybody knows”ı dinlerken, Prag’da Narodni Trida Caddesi’nde, “a thousand kisses deep” şarkısında, Moskova’daki çılgın bir kadının tenine “my oh my”ı fısıldarken, Berlin’de sokakta yaşayan köpekli bir adama mahcubiyetle bakıp “almost like the blues”ın sözlerindeki acıyı hissederken ve daha nice insanlarda, kentlerde ve öykülerimde bana eşlik etti.
İlginç olan o sesi sadece hava karardıktan sonra dinleyebildim, gündüzleri asla dinleyemedim. Çünkü Cohen gecenin karanlığındaki tılsımlı ve melankolik bir ışıktı ve onu en çok geceye yakıştırdım.  Karanlıktı, mistikti, tinseldi ve buz gibi Petersburg soğuğunda içimden akan sıcak bir şarap gibiydi. Şarkılarında ve şiirlerinde bir öykü vardı. O bu öykülerin anlatıcısıydı; bilgece, usulca ve bir tapınak rahibi gibi anlatırdı. Onun kelimeleri hayatın içinden binlerce kez damıtılmıştı. Bunun için çok değerli ve derindi her kelimesi. Ancak Cohen anlatabilirdi bir ilişkideki çıkmazları şu birkaç cümleyle, "Eğer bir aşık istersen, benden istediğin herşeyi yapacağım. Ve eğer başka tür bir aşk istersen, senin için maske takacağım." Bir serseri kuş gibi özgür uçmayı, onun şu sözlerinde buldum, "Teldeki bir kuş gibi, gece yarısı korosundaki bir sarhoş gibi, ben de kendimce özgür olmayı denedim." Mükemmel olmaya çalışmanın manasızlığını öğrendim onun bir cümlesinde, "Kusursuzluğu unut, herşeyde bir çatlak vardır ve ışık böyle girer içeri."

Cohen, beni ilk kez 7 Kasım 2017 tarihinde kandırdı. " Yollarda olmak, varmaktan daha değerlidir" demişti; ama yolun bir sonu olduğunu söylememişti. Ve Cohen bir yıl önce bugün, bu dünyadaki yolculuğunun sonuna geldi. Benim için zamansızdı. Daha 30'uma gelmemiştim ve 30'lı 40'lı, 50'li yaşlarımda da yanımda ve öykülerimde bana eşlik edeceğini sandığım bir dostumu kaybetmiştim.

Ama O, ölmeden önce bu yolculuğun bitmek üzere olduüunu hissetmişti sanki. 2016 yılında kanser yüzünden ölen büyük aşklarından Marianne'ye hitaben mektubunda şu sözleri söylüyordu: "Söyledikleri gibi gerçekten çok yaşlanıp vücutlarımızın bizi bırakacağı zaman geldi Marianne. Sanırım çok yakından arkandan geleceğim." Ölmeden birkaç ay önce çıkardığı, You Want It Darker albümü adeta bir veda hutbesiydi Cohen'in. Albüme ismini veren ilk şarkısında, "Sen karanlığı istiyorsun, ben buradayım ve ben hazırım Lord'um (Tanrım)" demişti. Albümde beni en çok hüzünlendiren ve bam telime dokunan şarkısı, "traveling light" oldu. Şarkının sözlerinde, ışığa seyahat ediyorum ve bu bir hoşçakal" demişti ve dediğini de yaptı.

Işıklar içinde uyu Leonard Cohen. Hayatıma kattığın anlam ve derinlik için sana çok teşekkür ederim. 

29 Ekim 2015 Perşembe

Hoşçakal Moskova



Bugün Moskova’daki son günümdü. Her zamanki gibi bavulumu hazırlama işini yine son güne bırakmıştım. Sabahleyin bavulumu alelacele topladım. Sonra odama yani sırdaşıma son kez baktım. İçimde hafif bir burukluk oldu. Ne çok ben geçmişti bu odadan. Sonra aşağıya indim. Markette çalışan Tacikistanlı gençlere ve Rus çalışanlara ben gidiyorum dedim. Kasiyerdeki bir yıl boyunca hiç istifini bozmayan ve bana sürekli kaba davranan o Rus kadının bile ‘’bir daha Moskova’ya dönmeyecek misin’’ derken sesinde bir üzüntü vardı. Gerçi Rusların duygularını ifşa etmediğini çoktan öğrenmiştim. Sonra metroya doğru yürümeye koyuldum. Yolda yürürken her cuma günü alışveriş yaptığım Azerbaycanlı pazarcı kadınlara selam verip Allahısmarladık dedim.  Onlar da ‘’yolun açık olsun oğul’’ dedi. Sonra caddenin köşesindeki Beyaz Kilise’den gelen çan seslerini duydum. Sanki beni uğurluyorlardı. Metroya doğru caddede yürürken haftasonları gittiğim Rock’n Roll Barın önünden geçtim. İçtiğim shotlar ve yaptığım yaramazlıklar aklıma geldi bir an. İçimde hafif bir tebessüm oluştu hatırlayınca, sonra ‘hepsi yaşanmaya değerdi’ dedim ve havalimanına gitmek için Turgenevskaya metrosuna doğru valizlerimle yürümeye devam ettim.  Turgenevskaya metrosu demişken… Bu metro adını Rus yazar Turgenyev’den almaktadır. Metrodan havalimanına doğru giderken bir an Turgenyev’in ‘’İlk Aşk’’ romanındaki  şu sözleri aklıma düşüverdi: ''Ah gençlik! Pervasızca, umursamadan gidiyorsun kendi yolunda. Dünyanın bütün hazineleri seninmiş gibi; keder bile seni umutlandırıyor, acı bile alnına çok güzel oturuyor. Özgüvenli ve küstahsın ve 'sadece ben canlıyım, bakın!' diyorsun. Kendi günlerin hızla uçup, hiçbir iz bırakmadan yok olur ve içindeki her şey güneşin altında eriyip giderken bile... Mum gibi, kar gibi... Ve belki de senin sihrinin bütün sırrı istediğin her şeyi yapabilme gücünde değil, yapamayacağın hiçbirşey olmadığını düşünme gücünde saklı.'' 

Turgenyev'in bu sözleri kulağımda çınlayınca ve Moskova'daki son günümü düşününce şunu fark ettim: Bugün tıpkı diğer günlerde olduğu gibi aynı insanlara selam verdim, Moskova'nın aynı sokaklarından geçtim ve aynı durakta metroya bindim. Tıpkı Moskova'daki diğer sayısız günlerimde olduğu gibi. Ama ilk kez bütün bu yaptığım sıradan şeyler bugünümde, yani son günümde, bu kadar anlamlıydı benim için. Çünkü bir öykünün ve kentin sonuna geldiğinizde fark edersiniz öykünüzdeki en sıradan anların ve kahramanların bile ne kadar değerli olduğunu ve de sizin o kentin çoktan bir parçası olduğunuzu. Bütün bu düşünce yumağından ve Turgenyev'in sözlerinden sonra anladım ki: Birgün hayatımın son metro istasyonuna vardığımda ve geride kalan duraklara, yani pervasızca geçen gençliğime baktığımda, koca bir ömrün ne kadar da çok çabuk geçtiğini anlayacağım. Tıpkı Moskova'da geçen bir yılımın ne kadar da hızlı geçtiğini anlayamadığım gibi. Ve de tıpkı Babamın sözlerinde olduğu gibi: ''Hayat sadece bir bardak su içimi kadardır.'' 

Hoşçakal Moskova...

12 Şubat 2015 Perşembe

''Şarkılar Seni Söyler''mi Hala?

Bir yıldızını daha kaybetti Türkiye. Müzeyyen Senar; sanat müziğinin, efkarın, anason kokusunun, Anadolu’nun öyküsünün sesinde birleştiği kadın. Artık Türkiye’nin yıldızları birer birer kayboluyor ve bu yıldızlar kayboldukça da Türkiye gitgide daha karanlık ve ürpertici olmaya başlıyor; çünkü karanlığı yırtan ezgiler kayboluyor.  Artık bakıyorum da, bu ülkede ne Neşet Ertaş, ne Barış Manço, ne Zeki Müren, ne Cem Karaca, ne Tanju Okan, ne Fikret Kızılok, ne de Aşık Mahzuni var. Ne yazık ki ortada dolaşanlar ise ya çerezlik şarkılar yapanlar, ya da saray soytarıları. Yani bu ülke insanına sessizce ama anlamlıca bir şeyler fısıldayan, koca bir külliyatı ve ömrü bir cümleye sığdırabilecek kadar derinliği ve felsefesi olan sanatçıları ve şarkıları yitip gidiyor.

Artık ‘’Günah benim kime ne diyerek’’ bu topluma sizin yasalarınıza ve törelerinize rağmen ‘’Ben’’ varım demeyi öğretebilecek bir Müzeyyen Senar yok. Artık ‘’Cahildim dünyanın rengine kandım’’ diyerek dünya malının gelip geçiciliğini hatırlatan bir Neşet Ertaş yahut ‘’Para pula ihtişama aldanıp kanma dostum,  içi boş insanların bu dünyada yeri yok’’diyerek erdemin ve irfanın hala değerli olduğunu hatırlatacak bir Barış Abimiz de yok.  Yani ne saz var, ne söz var artık. Ortada Türk Sanat Müziğinin fantezi müzikle, türkülerin ise ‘’arabada beş, evde onbeş’’ gibi anlamsız sözlerle yozlaştırılmış şekli var. Türk halkının değişen müzik zevki onun ne kadar yozlaşmaya başladığının doğrudan göstergesi. Yani bu yozlaşma Anadolu köylüsünün mütevazi bilgeliğinden kentte yaşayan cahilin ukalalığına evrilen bir yozlaşma.

Geriye kalan ise sanattan ve estetikten yoksun; kültürünü, kimliğini kaybeden, dindarlaştığını sanan; ama dinini de çok iyi bilmeyen bir toplum. Üstüne üstlük 1980’lerden itibaren hastalıklı bir liberalleşme süreci yaşamaya başlamasıyla para ve makam uğruna kişiliğini bile kolayca feda edebilecek bir kitle çoktan oluştu bile. Artık Türk Sanat Müziği can çekişmekte, Anadolu’nun o kendine özgü alimliği ise yaşlı bir çınar ağacının ölümü gibi yitip gitmekte. Popülizme ve slogana kurban edilen, Cengiz Aytmatov’un romanındaki gibi ‘’mankurtlaşan’’ bir toplum. Gerçek sanatçıları ve şairleri ise köşe başında buruk ve usulca beklemekte. Çünkü cehaletin ve soytarıların gürültüsünden kendi seslerini duyurabilecek ne güçleri ne de sayıları var. Şair Mehmet Emin Yurdakul’un çok hoş bir sözü var: ‘’Şairleri susmuş bir millet sevenleri öksüz kalmış bir çocuk gibidir.’’ Ne yazık ki şairlerinin ve sanatçılarının susmuş olmasından da vahim olan, bu toplumun artık öksüz kaldığının bile farkında olmaması.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Prag Kokulu Kadın

Çan sesleri çalmaya başlamıştı. Prag’da gece güneşle buluşmak üzereydi. Bütün gece yağan yaz yağmuru senfoni orkestrasının son ritimlerini çalarcasına son damlalarını bırakıyordu. Belki de bütün gece kavrulan bedenlerimizi serinletmek için bu kadar hırçın yağmıştı yağmur. Bedenlerimiz ateşle kavrulsa da ruhumuz Sibirya soğuğu kadar dondurucuydu. Yanımda yarı çıplak yarı hayat uyuyordun. Sırtlarımız birbirine dönüktü. Artık iki yabancıydık; çünkü güneş doğmak ve masal bitmek üzereydi. Narodni Trida caddesindeki kilisenin çan sesleri adeta hikayemizin bittiğini ve gitmem gerektiğini söylüyordu. Yanıbaşımda uyusan da aslında aramızda kilometrelerce mesafe vardı. Bazen anılarından veya bir şeylerden kaçmak uğruna kendini bir şeylere feda edersin. Biz de kendimizi birbirimize feda etmiştik bu gece, nedensizce ve amansızca. Sırf kendimizden kaçmak uğruna. Yaşadıkça ve kaybettikçe bu feda edişler kolaylaşır. Ruhun sayısız defa pişirilmiş ve tadı kaçmış yemeğe benzer. Artık kimin pişirdiğini umursamazsın bile.

 Bütün gece gözlerinde hem şehveti hem de donukluğu görmüştüm. Kelimelerimiz susmuştu, çok az konuştuk. Biliyordum ki artık, iki insan konuştukça değil, sustukça o kadar iyi anlaşabiliyordu. Bütün gece dokunuşlarımız ve bakışlarımız konuşmuş, adeta yarım kalan hikayelerimizi kıvrımlarımızda ve parmak uçlarımızda tamamlamıştık.

Artık yanından ayrılmam gerektiğini hissettim. Çalmaya başlaya çan sesi ve susmaya başlayan yağmur sesi bunun habercisiydi. Yataktan hafif ve sessizce kalkmaya çalıştım. Seni uyandırmak istemiyordum. Vedalaşmak istemeden sessizce ayrılmak istiyordum. Çünkü vedalaşmalar bana biraz da ölümü hatırlatırdı. Pencerenin köşesinden güneş ışığı dalgalı kızıl saçlarına vuruyordu. Güneş ışığı saçlarınla, yatağın çarşafı ise teninle buluşmuş ve harikulade uyumlu görünüyorlardı. Ben ise bidaha buluşmamak üzere teninden ayrılıyordum. Saçlarını son bir kez kokladım. Saçların Prag kokuyordu. Prag kadar estetik ve bir o kadar da hikaye dolu. Odaya son kez göz attım. Yatağın kenarındaki mavi topuklu ayakkabıların, duvardaki Pink Floyd resimli saatin, odanın köşesindeki çıplak resimlerin gözüme çarpmıştı. Saat sabahın 5’ni gösteriyordu. Masanın üstünde moda dergileri ve yarım kalmış çizimler vardı. Sanırım modacıydın ya da modaya meraklı biri. Acaba tanımadığın ruhuma nasıl bir elbise çizmiştin bir an merak ettim.

 Çan sesleri ve yağmur sesi susmuştu. Son kez uyuyan vücuduna baktım. Geceden kalan mum hala yanıyordu. Onu usulca üfledim. Hoşçakal Prag kokulu kadın dedim kulağına usulca. Mum sönmüş hikayemiz bitmişti. Nereden bilebilirdim ki o sönen mum, yalnızlıktan ızdırap çektiğim gecelerde zaman zaman yanıp seni bana hatırlatacaktı. Ceketimi alıp yavaşça evden ayrıldım. Evden çıkar çıkmaz apartmanın rutubeti yüzüme vurmuştu. Sosyalizm döneminden kalma bu binada kim bilir ben kaçıncı hikayeydim unutulacak. İçimdeki rutubetle apartmandaki rutubet bir an buluştu. Bu tarihi bina adeta kulağıma bir şeyler fısıldadı: ‘Narodni sokağında bir kız var, O’nun hikayeleri var; ama geçmişi yok’’ dedi.

 Kendimi Narodni Trida caddesine attım. Sonra düşündüm. Bir kadının yüzlerce hikayesi vardır; ama aslında bir geçmişi yoktur. Çünkü bir kadın hikayeleriyle geçmişini öldürür. Tıpkı Narodni sokağındaki kız gibi. Tıpkı yüzlerce hikayenin değdiği Prag gibi. Hoşça kal Prag kokulu kadın.

13 Aralık 2013 Cuma

Sosyal Medya ve Asosyal Toplum

 Son yıllarda Facebook, Twitter gibi kanallarla sosyal medya çok popüler olmaya başladı. Hatta ''Arap Baharı''ndaki sosyal medyanın mobilize rolünden tutun, Gezi Parkı'nda insanların Twitter aracılığıyla örgütlenmelerine ya da birbirini tanımayan insanların birçok internet sitesi aracılığıyla tanışıp, evlenmeleri gibi örnekler bu kanalın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Peki insanları bu sanal dünyaya bu kadar iten neden ne? Normal hayatta insanlar birbirlerinden bu kadar korkarken ve tanımadığınız bir insana durakta ya da kitapçıda merhaba dediğinizde bile bir anda şaşkınlığa girip nasıl tepki vereceğini bilemezken, internette tanımadığı insanla nasıl bu kadar kolay iletişime geçip, merhabadan çok daha fazlasını onunla paylaşabiliyor.
Yaşadığım somut bir örnekten bahsetmek istiyorum. Geçen hafta Ankara'da bir mekana gittiğimde şimdiye kadar yüzyüze hiç karşılaşmadığım ama Facebook ve Twitter'tan arkadaşım ve takipçim olan biriyle karşılaştım. Gayri ihtiyarı yanına gidip merhaba deme isteği duydum. Çünkü Facebook'tan arkadaş olarak ekleyen, normal hayatta sokakta veya okulda karşılaştığınızda selam vermeyen insanları gördüğümde oluşan durum bana hep saçma gelmiştir. Bu kişi kalabalıkta beni görmese de ben yanına gidip merhaba dedim. Merhaba mı der demez kafasını kaldırıp ve yüzümü bile tam görmeden ''konuşmayı sevmiyorum'' diyerek gitmesi bir oldu. Bende sonrasında peşinden gidip, dur ben Facebook'tan şu arkadaşınım demek istemedim. Aynı kişinin birkaç gün sonra Facebook'tan merhaba diye mesaj atmasına müteakip ben de  aynı şekilde ''konuşmayı sevmiyorum'' diye yanıt verdim. Tabi sonradan durumu anlattığımda hatırlamıştı ve gülmüştü. Başka bir örnek de, uzaktan tanıdığım birinin eşini ve çocuklarını bırakıp İstanbul'da yaşayan ve uzun zamandır internetten görüştüğü kişiye kaçmasıydı. O kişiyi ilk canlı olarak görseydi ona kaçmayı düşünür müydü orası meçhul. Eminim ki buna benzer örnekleri hem sosyal medyada hem de günlük hayatımızda hepimiz yaşıyoruzdur.
Aslında bu örneklerle kast etmek istediğim, gitgide birbiriyle iletişim kuramayan, birbirini tehdit olarak algılayan bireyler haline dönmemiz. Devlet dairelerine, bankalara veya hastanelere gittiğinizde karşılaştığınız donuk profiller yahut günlük hayatta iyi günler demenize rağmen size asıkca bakan yüzler... Ve o yüzlerden bazılarının internet ortamında farklı şekillere bürünmesi. Belki de insanlar sosyal medyada normal hayatta bulamadıkları hayatı ve kendilerini, yarattıkları yapay profiller üzerinden yaşamakta buluyor.
McDonalds'lara gittiğimde veya marketlerden aldığım domatesleri yerken hep plastik bir şey yiyormuşum hissine kapılırım. Sanırım küreselleşmeyle plastikleşen sadece besinler değil, aynı zamanda yaşamlar ve insanlar da. Merhabalardan ve hayatı sosyal medyada değil, hayatın içinde yaşamaktan korkmayın. Çünkü Tanrı'nın bizlere bahşettiği hayat yapay değil, gerçek. Ve hayat insanlar birbirlerine dokundukça ve birbirlerini hissettikçe daha bir yaşanılası, daha bir güzel.