13 Kasım 2012 Salı

Varşova'da Bir Otel Odasında


Yanımda bütün güzelliğin ve kıvrımlarınla öylesine uzanıyordun soğuk bir Varşova gecesinde. Dışarıda soğuk ve yağmurlu bir hava vardı, şehir bütün karanlığı ve sessizliğiyle adeta hikayemizi dinler gibiydi. Sözlerimiz tenlerimiz kadar yetenekli değildi konuşma konusunda. Kelimelere dönüşemeyen dokunuşlar gibiydi. Sevişmelerimiz dışında bir şey paylaşamaz olduk. Sarhoş olmadığımız zamanlarda ortak hiçbir şeyimiz yoktu konuşacak. Arzularımızın yenilgisiydik birbirimiz için. Belki de hayattaki kaybedişlerimizi ve yenilgilerimizi bir anlığına unutmanın çaresini dokunuşlarımızda bulduk. Tıpkı hayatın olmayan sıcaklığını tanımadığım ve tanımak istemediğim insanların dudaklarında bulduğum gibi.

Hayatıma giren insanların her birine onlar fark etmeseler de hayali birer ruh koymuştum. Ben onları değil hayalimdeki rollerini ve ruhlarını yaşamayı sevmiştim. Sevmek yetmemişti bunu da öğrenmiştim.  Neyin yettiğini de bilmiyordum. Sadece tanımaktan korktuğum bedenlerde kaybolmayı tercih ediyordum. Tercih de değildi belki de tanrısal zorunluluktu. Maçın başlama düdüğü çaldıktan sonra sahayı terk etmek istemek gibiydi. Ama terk ettiğim kendimdi. Ruhum bataklığa dönmüştü. İçinde gitmeyen sinekleri barındıran, kendinin her zaman saf bir toprak olduğunu sanan ama saflığını ne zaman kaybettiğini bile hatırlamayan. Her hayatıma giren insan beyaz kağıdı bazen siyah bazen renkli kalemlerle boyarken bilmiyorlardı ki sayfada beyaz bir noktanın bile kalmayacağını.

Ruhum ve kalbim yeni bir sayfanın açılmasını beklercesine kirlenmeye ve karalanmaya devam ediyordu. Belki de elinde bir silgi birisi gelir bütün siyah çizgileri silip yüzünün berraklığı kadar temiz bir sayfa açardı. Belki de bu defter sıcak soba ateşinde tamamıyla yanmayı hak ediyordu. Ama yanması için soba ateşine de gerek yoktu. Közü ve talaşı içindeki siyah çizgilerin ateşinde vardı bile. Bir kibrit çakımı kadar canı vardı sadece.

Kaynak:
http://www.radikalgenc.com/edebiyat/deneme-edebiyat/varsovada-bir-otel-odasinda

12 Punto Dergisi'ndeki Röportajım


Adem Dönmez
Öncelikle merhaba Ümit, nasılsın?
 Ümit Nazmi Hazır:
Teşekkürler, haleti ruhiyem bu aralar iyi; fakat şu yaz mevsiminin bir an önce bitmesini ve sonbahara kavuşmayı özlemle bekliyorum.
Adem Dönmez
Bu yıl, yaz geç geldi. Artık son demlerini yaşıyoruz. Nasıl geçti bayramın? Biliyor musun bu dönemin öğrencilerine üzülmeye başladım. Artık tatiller yaz aylarına denk gelmeye başladı.
 Ümit Nazmi Hazır:
İki aylık Ankara’da geçen staj döneminden sonra bayram benim için güzeldi. Aile ve akrabalarımı görmek, uzun zamandır görüşemediğim dostlarla buluşmak ruhuma ferahlık kattı.

Adem Dönmez
El öpüp para toplayabildin mi? Son yıllarda her bayram aynı sözleri duyuyorum insanlardan "Eski bayramlar nerde..." sende de var mı geçmişe özlem?
Ümit Nazmi Hazır:
Aslına bakarsan, el öpüp para toplama yaşını çoktan geçmişim. Aile ve dostlarımın sıhhatleri yerinde olduğu sürece benim için her bayram tadında geçiyor. İnsanların eski bayramlara özlem duymasını da, gençlik hallerine ve genç olarak yaşadıkları zamanlara duydukları özlemin tezahürü olarak görüyorum.
Bir de zaman ilerledikçe geçmişteki değil, gelecekteki günlerimi özler olmaya başladığımı hissediyorum

Adem Dönmez
Neden?
 Ümit Nazmi Hazır:
Dünümün önünde eğilenlerden değilim. Geçmişte yaşadığım anılar ve insanlar ruhuma astıklarım birer yıldız adeta. Beni ben yapan yıldızlar. Fakat ben o yıldızların içinde hapsolmak değil, o yıldızların aydınlattığı yolda yürümek istiyorum.

Adem Dönmez
12 punto'daki “Bir varmışım çok yokmuşum” isimli yazının son paragrafında yazdıkların geldi aklıma şimdi.
Çok beğenmiştim o yazını.
Bu arada Ümit, seni yakından tanımak isteyenler için bize kendinden bahseder misin?
 Ümit Nazmi Hazır:
Söyleşinin en zor sorusu bu olacak sanırım benim için. Kendimi anlatma konusunda pek yetenekli değilim, ayrıca insanları kelimelere sığdırmak da oldukça zor. Çünkü her insan ayrı bir dünya. Ama birkaç kelimeyle anlatmaya çalışırsam kendimi: Kelimelerle dans etmeyi, kendi gibi yaşamayı, saklı duygularda kaybolmayı ve Leonard Cohen şarkılarındaki kahraman olmayı seven; yazmaya, müziğe, politikaya ve tarihe tutkusu olan, yarı adam yarı çocuk bir Ümit Nazmi.

Adem Dönmez
Birde sanırım bir kaç yerde bahsettiğin sonbahar sevgin var. Nereden geliyor bu sonbahar sevgisi?
 Ümit Nazmi Hazır:
Ekim ayında dünyaya gelmiş olmamın etkisiyle olsa gerek, sonbaharın o tatlı esintisini ve melankolisini seviyorum. Yazın bunaltıcılığından ve kışın sertliğinden bir kaçış. Yazın kumsal, deniz veya kışın evinde kahve içmek ya da kardan adam yapmak bana göre değil. Yazın denize girmektense sonbaharda, arka fonda deniz, akşam esintisinde muhabbet beni daha çok çekiyor. 

Adem Dönmez
Kalabalıklardan pek hoşlanmıyorsun sanırım.
 Ümit Nazmi Hazır:
Birçok sevdiğim ve onlarla vakit geçirmekten mutluluk duyduğum arkadaşlarım ve dostlarım var; fakat bir noktadan sonra kendi kabuğuma tekrar çekilme ihtiyacı duyuyorum.

Adem Dönmez
Şehirlere neden bağlanamıyorsun peki? İzmir'den hoşlanmışsın ama bağlanmamışsın bu nasıl oluyor?
 Ümit Nazmi Hazır:
İzmir'i çok seviyorum ve ileride hayatımın bir kısmını İstanbul'da geçirdikten sonra hayatımın son demlerine doğru tekrar İzmir'e dönmek istiyorum. Bu bağlanamama konusunda suç şehirlerde değil, ben de biraz. Şehirlerden ziyade hiçbir yere ait olamama durumu, biraz da ruhun aslına kavuşma özlemi. Bununla birlikte şehirleri ve insanları keşfetmeyi seven göçmen bir ruha sahip olmak da bunun bir nedeni.

Adem Dönmez
Görünmez kentler diye bir kitap var, İtalo Calvino'nun çok severim ben. seninle konuşurken aklıma o geldi. Bir de film vardı adı neydi!!! “İnto The Wild, yabana doğru,”  o filmi izledin mi?
 Ümit Nazmi Hazır:
Adlarını duymuştum; fakat okuma ve izleme fırsatım olmadı.

Adem Dönmez
O filmi mutlaka izlemeni tavsiye ederim. ben o filmden sonra kendimi yollara vurdum ve uzunca bir süre Kendimi arıyorum diyerek dolaştım durdum, farklı ülkelerde. Biliyor musun,  insan çok farklı bir yaratık, taşıdığımız ruhlar öyle sınır tanımaz ki her zaman zincirleri kırmak istiyor.Sırası gelmişken sorayım, en sevdiğin yazarlar kimlerdir, hangi köşe yazarlarını takip ediyorsun?
 Ümit Nazmi Hazır:
Birçok faklı perspektifte yazar, şair ve köşe yazarı var okuduğum ve düşünce dünyamı besleyen. Montaigne, Cengiz Aytmatov, Charles Bukowksi, Cemil Meriç, Ziya Gökalp, Attila İlhan, Ümit Yaşar okuduğum ve etkilendiğim isimlerdir. Gazete ve medya yazarlarından ise; Murat Bardakçı, Yasin Aktay, Ahmet Hakan, Vedat Bilgin, Nihat Genç, Özcan Yeniçeri, Nuray Mert, İbrahim Karagül... genel olarak takip ettiğim isimlerden bazıları.

Adem Dönmez
Bu kadar farklı yazarı takip edebilmek zor bir iş olmalı, bu kadar hızlı yaşanan bir dünya da. Ben gündemi takip etmekte çok zorlanıyorum.
Uluslararası ilişkiler okuyorsun, nasıl bir üniversite hayatın var, okuduğun bölümden memnun musun?
 Ümit Nazmi Hazır:
Türkiye'deki gündem değişken ve sanal meselelerle dolduruluyor. Takip etmesi oldukça zor. Bütün yazarları takip etmek zor olduğu için, ben de fırsat bulduğum ölçüde bazı isimleri okumaya çalışıyorum. Her ne kadar politikaya ilgi duysam da bazen ben bile gündemin bu yavanlığından sıkılmıyor değilim, hatta son zamanlarda tarihe daha fazla merak sardım.

Uluslararası ilişkiler bölümü ise hem politikaya ve tarihe ilgi duymam hem de hayallerimin ve hedeflerimin geçtiği yol olması nedeniyle seçtiğim ve okuduğum bir bölüm. Bu bağlamda araştırıyorum, yazıyorum, çiziyorum, kongrelerde konuşuyorum, çeşitli organizasyonlara ve çalışmalara katılıyorum.

Adem Dönmez
Yakın zamanda da yurt dışına çıkacaksın sanırım. Senin için güzel bir deneyim olacak. Gideceğin ülkeden beklentilerin neler?
 Ümit Nazmi Hazır:
Yakın bir tarihte Polonya'ya gideceğim. Avrupa insanını ve kültürünü yakından tanıma açısından iyi bir tecrübe olacağını düşünüyorum. Avrupa'dan Türkiye'ye bakmamın bakış açıma çok şey katacağına inanıyorum. Geçen seneki dört günlük Ermenistan gezim bile bana çok şey katmıştı.

Yurt dışından döndükten sonra bu satırları okuyarak beklentilerini karşılayabildin mi kontrol edersin.

Peki, kul bittikten sonra ne yapmayı planlıyorsun? yazın hayatına nasıl yön vereceksin Ümit?
 Ümit Nazmi Hazır:
Yazı asla kopamayacağım bir tutku. Gelecek planlarım arasında da önemli yer ediniyor. Akademik kariyerle birlikte, ileride kitap yazmak ve bir gazetede köşe yazarlığı yapmak istiyorum.

Adem Dönmez
kitabının türü ne olacak?
 Ümit Nazmi Hazır:
Şu ana kadar yayınlandığı kadar yayınlanmayan birçok  yazım ve notlarım var. İleride bunları toplayıp ve birikimimi arttırabilirsem, önceliğim dış ve iç politika bağlamında bir kitap yazmak. Bununla birlikte hayata ve kendime dair birşeyler yazmaktan da fazlasıyla keyif alıyorum. İleride siyaset dışında bu konuda da bir kitap yazmak istiyorum.

Adem Dönmez
Güzel bir çalışma olacağından eminim.
Siyaset alanında çalışmalar yaptığın için soruyorum . Ülkemizin Dünya siyasi arenasındaki yeri nedir? 
 Ümit Nazmi Hazır:
Dünya küreselleşme olgusuyla birlikte hızlı bir değişim sürecine girdi ve sürecin nereye varacağı da büyük bir belirsizlik. Türkiye bu değişim içerisinde kendi yerini bulma ve kendi kaderine yön verme arayışı içerisinde. Bir bakıma dünya ruhunu kaybederken, Türkiye kendi ruhunu arıyor.
Tarihte derin izler bırakmış Türklerin gelecekte de kilit rolde olacağını düşünüyorum

Adem Dönmez
Son aylarda bir çok ülkede yaşanan ekonomik krizler, isyanlar dünya siyaseti konusunda iyice düşündürmeye başladı beni.
 Ümit Nazmi Hazır:
''Doğu'nun isyanı, Batı'nın çöküşü'' olarak adlandırılabilecek bir süreç. Batı'nın doğusu, Doğunun batısı olan Türkiye için fırsatlar oluşturduğu kadar, riskleri de barındırıyor

Adem Dönmez
Peki bu doğunun isyanında batının etkisi var mı?
Ümit Nazmi Hazır:
Etkisi yok demek kendimizi kandırmış olmak olur ki, uluslararası müdahaleler de bunun somut bir göstergesi. Fakat önemli olan bu devrimlerin, NATO devrimine dönüşmemesini sağlamak. Tam bu noktada Türkiye kilit ülke. Arap halklarının meşru taleplerini dikkate alan; fakat demokratikleşmeyi emperyalizmin çıkarları için değil, Ortadoğu halklarının özgürlüğü ve barışı için savunan Türkiye tarihi misyonunu gerçekleştirmiş olacaktır.

Adem Dönmez
Zamanımız daralıyor, siyasi konulara nokta koyup 12puntomuza ve edebiyata geri dönmek istiyorum. 12punto ile tanışman nasıl oldu? 12punto ve geleceği hakkında neler düşünüyorsun.
 Ümit Nazmi Hazır:
 12 puntonun geleceği konusunda fazlasıyla ümitliyim. Edebiyat alanında büyük bir eksikliği dolduracağına inanıyorum. Toplum ve özellikle gençler olarak en büyük eksikliklerimizden birisi yazı kültürümüzün olmayışı. İşte tam bu noktada 12punto bu soruna bir yanıt. Bu ülkenin düşünen ve yazan insanlara fazlasıyla ihtiyacı var. 12 punto da bu düşünce kıvılcımının güzel bir ürünü ve takip edilmeye fazlasıyla değer.

Adem Dönmez
Biliyorsun 12punto bir basılı yayın projesi, bu konuda da yakında tüm takipçilerimize güzel haberler vereceğiz.
 Ümit Nazmi Hazır:
Ne kadar internet aracılığıyla yazılara ve bilgiye ulaşsak da, eline alıp, okuduğun gazete ve derginin tadı daha başka.12punto'nun basılı yayına geçmesiyle birlikte edebiyat dünyasına farklı bir renk katacağına inanıyorum. Umarım bundan sonrası da 12 punto ailesi ve okurları için güzel olur.

Adem Dönmez
Neredeyse bütün konuşmalarımızda dile getiriyoruz, 12punto emin adımlarla ilerleyen, gelecek hayalleri olan bir proje ve değerli gençleri bünyesinde barındırıyor.

Son bir soru daha yöneltmek istiyorum, sana bir zaman makinesi ile istediğin bir zamana gidebilirsin desem hangi zamana gitmek isterdin ve o zamanı seçmek istemendeki neden nedir?
 Ümit Nazmi Hazır:
Geçmişe her zaman merakı olan ve 21. yüzyılın bana hitap etmediğini düşünen biri olarak oldukça güzel bir soru. Eski Türk Devletleri'nin birinde prens veya bir özgürlük savaşçısı, belki de 60'ların eski bir rock yıldızı olmak isterdim.

Adem Dönmez
Cohen gibi mi
Ümit Nazmi Hazır:
Leonard Cohen şarkılarıyla hayatıma ve hikayelerime anlam katmış bir adam.

Adem Dönmez
son olarak söylemek, eklemek istediğin birşeyler var mı?

Ümit Nazmi Hazır:
Benim için keyifli ve renkli bir söyleşiydi. Herkese ümit dolu günler diliyorum.



10 Ağustos 2012 Cuma

Avrupa Rapsodisi’nin Sonu


Polonya’daki hikayem 2 Ekim’de başlamıştı, tam da doğum günümde. Türkiye’den, kendimden ve anılarımdan bir süreliğine uzaklaşmanın vakti gelmişti. Hani insanlar, yaşantınız sizi boğmaya başlar ve nereye olursa olsun alıp başınızı gidip, yeni başlangıçlar yapmak ve bir şeylerden kaçmak istersiniz ya... İşte tam da bu zaman da Erasmus ve Polonya sığınacağım liman olmuştu adeta. İyi ki de olmuş… Geçmişe ve yaşanmışlıklarıma bakınca hayatımdaki en doğru kararlardan biri olduğunu anlıyorum.

Bir yanıp aile ve dostların özlemiyle yanıp tutuşurken, diğer yanıp sen Polonya’ya çoktan bağlandın Türkiye’ye döndüğünde her şey eskisi gibi olacak mı diyor. İnsanlara, şehirlere, mekanlara alışabilme yeteneğim olmadığı için alışır giderim diyorum kendi kendime.

Ama her şeye rağmen Avrupa’ya ve Polonya’ya dair özleyecek çok şeyim olacak. Neleri mi özleyeceğim? Budapeşte’de yağmurlu bir akşamda Tuna Nehri’ni seyre dalmayı, Prag’da sokakta caz dinlemeyi, Amsterdam’ın günahkar sokaklarına göz atmayı, Bratislava soğuğunda sıcak şarap içmeyi, Paris’te Montmarter tepesinde siyahi bir sokak sanatçısından imagine şarkısını dinleyip, Cezayirli gençlerle muhabbet etmeyi, Barcelona’nın kendini sevdiren samimiyetini, Talin’in sevimli Old Town’unu, Roma’da Vatikan’ın bahçesinde Bangladeşlilerle sohbeti, Riga’da balsam içmeyi, St Petersburg’un büyük caddelerinde umarsızca yürümeyi, Varşova treninde rahiple Hristiyanlık ve İslamiyet üzerine 3 saatlik sohbetimizi, , Berlin gettolarındaki ilginç tipleri, Krakow’da tanımadığım bir kızla sabahlara kadar viski içişimizi, Varşova’daki yalnızlığımı, Bialystok kuluplerindeki çakır keyif hallerimi, Polonya gecelerini, hikayeme girenleri, günahlarımı ve nice hatırlayamadığım bütün anılarımı özleyeceğim.

Türkiye’ye dair ise en çok neyi mi özledim? Yeri hiçbir zaman doldurulamayacak ve bana her zaman destek olan ailemi, Polonya’ya geldiğimden beri iletişimi koparmayan, halimi hatrımı soran dostlarımı, sabah ezanının huzur veren sesini, Türk yemeklerini ve Türkiye’ye dair yüzlerce şeyi…

11 ay, 15 ülke, 22 şehir, yüzlerce insan, binlerce kilometreden sonra dünyanın en güzel ülkesine Türkiye’ye dönme zamanı artık.  Bavulumda anılarım, cebimde ise ümitlerim var. Ve biliyorum insan nereye giderse gitsin dönüp dolaşıp yine başladığı yere geliyor. Çünkü gittiğiniz her yere kendinizi de götürüyorsunuz ve ondan asla kaçamıyorsunuz.

Onca hikaye, anı ve özlemden sonra kısmetse 11 Ağustos cumartesi akşamı saat 22.00’da Türkiye’deyim. Türkiye’deki muhabbetimize ve hikayemize kaldığımız yerden devam etmek üzere… Bütün dostlara ve ülkeme selam.

17 Mart 2012 Cumartesi

Adsız Bir Dost'a

Bir dost vardı çok uzakta bir deniz kenarında beni bekleyen. Yıldızlar kadar uzak iken hayat ve insanlar, şah damarım kadar bana yakın olan, ben olan bir dosttu benim için. İnsanların ve hayatın kaskatı ruhundan istediğim zaman yanına kaçabileceğimi bilmek içime hep huzur katardı. Ağır melankoli sancılarımızda birbirimizin tek ilacıydık çoğu zaman. İnsanlar bizi anlamasa da olurdu çünkü biz anlardık birbirimizi, bilirdik bilinmeyen birçok zerremizi.

Hayata karşı bir alerjimiz vardı, bu yüzden olsa gerek yaşamak bize dokunur, yan etki yapardı bünyemizde. İşte bu yan etkilerden kaçmak için bir nedendik. Arada bize katılanlar da olurdu. Cohen ahbabımız, Ortaçgil abimizdi. Başaramayacağımızı bile bile hayatı ve insanları anlamayı ve anlamlandırmayı denerdik seninle. Dünyamız başkaları için karanlıktan ve bataklıktan ibaret iken birbirimiz için siyah bir aydınlıktı.

Belki bir gün bu siyah aydınlığı mavi bir güneşe çeviririz. Baksana güneşin renklerini bile tutturamazken, hayatın renklerini tutturmak çok da kolay olmayacak gibi. Şu an kilometreler ve saatlerce uzaklıkta olsan bile ruhunun yankılarını yanı başımda duyar gibiyim.

Yaşamımızın son demlerinde hayatı gardroba astığımızda bir sahil kasabasında ayrılmamak üzere tekrar buluşacağımıza inanıyorum. Mezemizde rakı-balık, biraz bayatlamış hayat, fırından taze çıkmış anılar ve tadını dünyanın hiçbir mutfağında bulamayacağım sohbetinle yaşama eyvallah çekercesine ve kahkahayla devam edeceğimizi biliyorum. Ben balıkları tutmaya gidiyorum, mezeyi hazırlamayı unutma..

4 Mart 2012 Pazar

Teoman Fısıldamaları

‘’Kır evinin verandasında, bir ‘Rüzgar Gülü’ne rastlarsın’’,  onda umut ararken bir ‘Mavi Kuş’ gibi usulca ve olabildiğince sen kokan cümlelerinle: ‘’Ben aslında iyi biriyim, bilirim çok kirlidir aşk sicilim’’ dersin, ‘En sevdiği renk mor olan kadın’a… İkinizin de ağırlığını taşıyamadığınız öykünüz ‘Renkli Rüyalar Oteli’nde devam eder.

‘’Uyanır, bakakalırsın, hayali bir parmağın, bıraktığı yazıya’’. ‘Hoşçakal.’ Sonu bu kelimeyle biten öykülere alışmışsındır artık. Bilirsin ki ‘’bazı yalanlar güzel bazı gerçekler acıdır’’. İçinden ürkekce dersin ki, ah 

‘’Papatya, seninle kim kalacak ışıklar kapanınca buradan çok uzakta’’. ‘’Hiç kimse bilmez, hiç kimse duymaz’’ çünkü artık o da yoktur hayatında. ‘’Bir şehrin tam kalbinden beyninden vurup gitmek vardır’’, gidemezsin. Çünkü ‘’bitmiş en güzel hikayem derimin altında başarılı ayrılık notlarıyla’’.

Ama ‘’hala ararsın bilinmeyenin ulaşılmaz balını’’ Bazen ‘Gündüz Düşleri’nde, bazen sana ait olabileceğini sandığın bir ‘Martı’da.

Bir bara gidersin barmene dersin ki: ‘’Hayalperestim, güzel hayaller peşinde’’ Bar filozofu da derki:  ‘’Çok kadın hiç kadındır oğlum yalnızlıktır sonun’’

‘’Hala aşktan umudun varsa aşkta zaten tesadüfen’’dir artık. ‘’Ölüm ışığı uzanır’’ ve ölümüne fısıldarsın ‘’batmadım ama su alıyorum hala hissetmeden basıp toprağa’’

3 Mart 2012 Cumartesi

Çoktular Ama Hiç Yoktular

Yazıma nereden başlayacağımı bilemezken Ortaçgil yardımıma koştu. Şarkısında ‘’çoktular ama hiç yoktular’’ derken aslında hayatımıza bölük pörçük giren insanları ve hikayeleri ne kadar da güzel anlatıyordu üç kelimeyle. Bu hikayelerden en zoru ne başı ne de sonu olan hikayeleri yaşamaktır. Ne başlayabilir, ne de bitirebilirsiniz. Öznesi de yüklemi de olmayan cümleler gibi, kelimelere dönüşemeyen duygular gibidir.

Kendinizi bir an masalsı bir serüvenin içine atarsınız. Nereye ve kime savrulacağınızı bilmeden. Yoğunlamasına yaşamak heyecanlı olduğu kadar bitimi ağırdır ve cesaret ister. Yüreğinizde büyük bir gedik açar. Hayatınız boyu dolduramayacağınız gediklerle dolar yüreğiniz. Aynanın karşısına geçtiğinizde gediklerden gözükmeyen, yara bantlarıyla sarılmış fakat kanamaya devam eden bir yürek görürsünüz. Bu duruma bir süre alıştığınızı sansanız da kendinizi kandırdığınızı anlarsınız. Bu fark edişi; yalnız otobüs yolculuklarında, çalmayan telefonlarda, unuttuğunuzu sandığınız kokularda, sonbahar rüzgarlarında, denizin yansımasındaki sizi seyredişinizde veya loş otel odalarında bulursunuz.

Bazen ise kendinizi unutur, yüreğinizde gedik açanları düşünürsünüz. Yüreklerinde veya dudaklarında hala izleriniz var mıdır merak edersiniz. Ya da başka öpücükler tamamıyla silmiş midir, dudaklarınızın izini. Bornova’nın sönük sokaklarında, Beyoğlu’nun sisli gecelerinde ya da Ankara’nın atmayan kalbinde başka biri var mıdır onları yaşayan merak edersiniz. Ya da sabahın 5’nde boş sokakları Leonard Cohen repertuarıyla dolduran başka biri.

Bazen de bir bedene dokunurken onu hatırlarsınız. Bu da en zorudur, neden seviştiğini bilmeden birine dokunmak. Belki de yalnızlığındır seviştiğin, sevgileştiğin. Kaçamadığın yalnızlığın. Bütün öykülerin sonunda seni köşe başında bekleyen, bir şarkıdaki ‘’yalnızlığım yaşamak zorunda olduğum beraberliğim.’’

Küçük kıskançlıklarında ilgi bekleyen, çocuksu alınganlıkları ve tatlı küsmeleri olan çiftlere hep imrenmişsem de hiçbir zaman basit ilişkilerin adamı olamayacağımı anladım. Çünkü aşkı yaşadı mı yoğunlamasına yaşamalı insan. Gerekirse tükenmeli ve tüketmeli.

Yorgun yüreğimin de bir gün çocuksu heyecanlar duyacağına inanmaya, sadece tenlerin değil kalplerin de seviştiği bir aşkı hayal etmeye, onu yanlış insanlarda doğru zamanlarda bulduğumu sanmaya devam edeceğim.

Bir nefeslik değil, bir ömürlük hikayeleriniz olması ümidiyle.

http://www.radikalgenc.com/yasam/coktular-ama-hic-yoktular



Gölgemdeki Ben

İletişim teknolojisinin gelişmesiyle birlikte zaman çok daha çabuk geçer, duygular çok daha çabuk tüketilir oldu. Ama unuttuğumuz bir şey var o da geçenin zaman değil ömür olduğu. Peki bir bardak su içimi kadar olan bu ömrümüzde mutluluk mu tek gayemiz. Korkularımızın, saman alevi ihtiraslarımızın, kazanmak için kendimizden vazgeçişlerimizin nedeni mutluluğu kaybetme ya da yakalayamama korkusu mu? Peki ya kaybetmekten korkarken fark etmeden kaybettiklerimiz? Bitmez dediğimiz dostluklarımız, dinmez dediğimiz aşklarımız ve en sonunda yine kendimizi kendimize hatırlatan biz.

Bazen hayallerimize sığınsak, bazen bir içkinin yudumuna saklansak, bazen hissetmeye doyamadığımız bir sevginin, bazen ilahi bir gücün şefkatine sığınsak da dönüp dolaşıp geldiğimiz yer yine kendimiz. O yüzden insan önce kendi değerini bilmeli ve kendi değerlerine kendini katabilmeli. Sevaplarıyla, zaaflarıyla, korkularıyla hatta kompleksleriyle olabildiğince kendi olmalı. Bazen hayatla, bazen kendinle dalga geçebilmelisin; bazen yalnızlığına sövüp, bazen de o yalnızlığınla sevişmeyi bilmelisin. Bilmediğin bir aşkın içine balıklama dalabilmeli hem de sonunda kül olmuş bir orman gibi yanacağını bile bile ama o kül olmuş ormandan bile renkli bir çiçeğin tekrar yeşerebileceğine inanarak.

Bizim renkli zavallı maskelere ihtiyacımız olmamalı. İnandığımız şeyleri söylemekten korkmamalı inanmadığımız şeyleri yaşamaktan ise kaçınmalıyız. Ne insanları küçük görmeli ne de insanlara olduğundan fazla anlam yüklemeli. Rudyard Kipling’in çok sevdiğim şiirinde dediği gibi ‘’herkesle düşüp kalkıp, erdemli kalabilmeli’’.

Eğer borcumuz yaşamaksa üste bahşiş bırakmalıyız. Sevgilimizin tenine ve yüreğine dokunurken onu tüm benliğimizle hissedebilmeli, bakışlarımıza, duygularımıza, kelimelerimize biz katabilmeliyiz. Bizim dünyamızda yalan sözlerin, anlamsız iltifatların, etinden budundan nasıl yararlanırım diyen insanların yeri olmamalı.

Maratonumuzun bitiş çizgisi musallat taşı olan, maçın sonunda skorun her zaman hayat:1 biz:0 olduğu bir ömürde 90 dakika boyunca; düşeceğiz, kalkacağız, yaralanacağız, yaralayacağız. Bazen gol attık derken diskalifiye olacağız. Ne olursa olsun alt üstü hayat deyip yola devam etmek gerek. Çünkü gölgelerinden korkanların ısınacak bir güneşi yoktur.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Mavi Kuş her daim sarhoş...

Ayrılık da Ölüme Dairdi,Ölümdü

Soğuk bir sabaha uyanmıştım. Yanımdan az önce ayrılmıştın hiçbir şey demeden. Vedalarımız cümlesiz ve sualsizdi hep. Kelimelerden yoksun hikayeler gibi. Bir daha gelir miydin bilmiyordum. Sadece kokunun ve ruhunun izinin kolay kolay benden gitmeyeceğini biliyordum. Alışır mıydım? Alıştığımı sanırdım belki de. Benden gitmene alışsam bile, başka dokunuşların teninde hayat bulacağını düşünme çılgınlığına hiçbir zaman alışamayacaktım biliyordum. Her gidişinde ne zaman döneceğini bilmemek… Hayat yaşamaya ve alışmaya başlayıp kaybetmek olmamalıydı.
Ben senle çılgınlıklar yaşarken kendi korkaklığımı da görmüştüm sende. Benden başka bir ben vardı seninleyken. Ben onu sevmiştim. Tekrar hiç özlemediğim kendime dönmek, düşler sarayına kral olarak giden bir adamın çöplüğüne geri dönmesi gibiydi. Ruhumun çöplüğünde yaşamak belki bu sefer zor olmazdı. Zor olsa da bir önemi yoktu artık. Heyecanlarını ve duygularını milattan önce bilinmeyen tarihte kaybetmiş bir adam için cennette veya çöplükte yaşamanın yaşıyormuş taklidi yapmak dışında bir farkı yoktu.
Niceleri gibiydin. Nice kaybolan ve yaşanmamış öksüz öykülerim gibi. Tıpkı anne karnında yeni doğan bebeğin doğar doğmaz annesiz kalması gibiydin.  Seninleyken zamansızlık gösteriyordu saatim. Ama artık dakikalar bile geçmezken saatler ve günler nasıl geçerdi sensiz bilmiyorum.
Kaçıncı ayrılığımın kaçıncı olmayan veda cümlesiydin sayamazken, hayat çıplak elleriyle soğuk bir tokat atıyordu. Yaşamak zorunda olduğumu hatırlatırcasına. Yaşam sensiz sadece yaşlanmaktı.
Evden çıkıp soğuk şehrin sabahında dışarı attım kendimi. Sabah ezanının huzur veren sesi işledi ruhuma. Şehir her zamanki gibi bizden ve yaşadıklarımızdan habersizdi. Ben ise kendimden. Koca bir gün bekliyordu yaşamak için beni. İnsanlara ve hayata karışmak, doğasından ve mutluluğundan alınıp bir kafesin içine hapsedilen bir kuşun kimsenin fark etmediği acı ötüşleri kadar ağır ve bilinmeyendi. Bu bedeni alıp yaşamcılık oynamaya devam edecektim. Nasılsın, yorgun görünüyorsun dediklerinde evet biraz yorgunum bu aralar okul ve hayat yoğun yalanını paket olarak sunacaktım insanlara. Yorgundum, hayattan ve işten değil; yaşadıklarımdan ve yaşayamadıklarımdan.

http://www.radikalgenc.com/edebiyat/deneme-edebiyat/ayrilik-olum